İNSANLA İNSAN ARASINDAKİ BOŞLUK NASIL DOLAR? ŞİDDETLE Mİ? SEVGİYLE Mİ? AŞKLA MI?

Yukarıda yer alan  “boşluk” ifadesinin kendisine yakından baktığımızda aslında  başlı başına bir şiddet içerdiğini görürüz. Neden mi? Çünkü, boşluk eşittir belirsizlik anlamına gelir. Ünlü sosyolog   Zygmunt Bauman, belirsizliğin insan organizmasında en çok korku ve kaygı yaratan bir duygu olduğunu  söyler. Öte yandan  Erich Fromm,  aşkın  ve sevginin ; insanla toplum, insanla insan arasında yaşanan boşluğu en iyi dolduran harç olduğundan da söz eder. Sevgi ve öfke yaşam diyalektiği içinde bir birine karşıt olup, sevginin varlığında   şiddettin barınamaması gibi, şiddettin olduğu yerde sevgi, aşk ve bağlılık duygularından da söz edilemez.  O halde  bu duygular insanın kendi boşluklarını dolduran   özel duygulardır.  İnsan derken sadece erkeği kast etmiyoruz elbette. Her ne kadar felsefe biliminde insan denince erkek akla gelse de ve tarih bilimi  “history- men” diye adlandırsa da kendini ve yine felsefe de akıl erkeğe,  duygu kadına yüklense de, sadece duygu diyebilir miyiz aşka ve sevgiye?  Bu soruyu yanıt almak için kapısını çalmak gerekir  Freud‘un. Devrim niteliğinde olan  psikoanalitik kuramında her ne kadar kadınlar iğdiş edilse de, bilinçaltı kavramından başlamış kendisi cinsellik ilişkisine. Ona göre çocuk ilk bir yılda anneyle kurduğu güvenli ve sevgi dolu ilişkiyle; kendinde bir sevgi ve güvenlik yedeği oluşturur. Bu durum ileride çocuğun kendini kabul ettirmesi, kararlı olması  ve bağımsız olmasını sağlar. Bu yedek sevgi şüphesiz annenin de kendini kabul etmiş olmasını ve sağlıklı sevgi üretmesini gerektirir. Kendi çocuk olan anneden, çocuğuna sağlıklı sevgi üretmesini bekleyebilir miyiz?  İki çocuk birlikte büyüyen bir  ülkede olgun bir toplumdan ve gelecekten söz edebilir miyiz?  Şiddettin kıskacından kadın çocukları, çocuk evlilikten, dayaktan, yaşam hakkının elinden alınmasından koruyabilir miyiz? Örneğin şu gazete haberlerinden arındırabilir miyiz ülkeyi ve geleceği?”: 2020 yılının ilk bir ayında 21 kadın öldürüldü, yardım isteyen kadın sayısı ise yüzde 55 arttı. Ya da Samsun’da otomobil çarptı diye koma halinde hastaneye getirilen 14 yaşındaki kadın çocuğun imam nikahlı eşi tarafından odunla dövüldüğü, sonra da kaza süsü vermek için üstünden motosikletle geçildiği gibi, haberler insan olma onurumuzu yerle yeksan etmiyor mu? Peki, dört tarafı kadınla çevrili erkek aklı, yüreği; bu duruma taş kesilebilir mi? Konu yine cinsiyete dayalı ayrımcılığa doğru evriliyor, ama aşktan söz edebilmek için koşulların, duyguların eşitlenmesi gerekmez mi?  Aşığım diye bir erkek bir kadını öldürebilir mi? Aşk adı üzerinde aşkınlıktır, kendini aşmak, olgunluğa ulaşmaktır. Cahilin dilinde aşk şiddete dönüşüyor ne yazık ki ülkemizde. Bu günlerde kadına yönelik şiddettin önlenmesinde 11 Mayıs 2011’de Avrupa Konseyi tarafından İstanbul’da imzaya açılan,  1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren, 19 Mart 2019 itibarıyla 46 devlet ve Avrupa Birliği tarafından imzalanan  İstanbul sözleşmesi’nin reddine ilişkin söylemler sıcak  gündem oluşturuyor… Böylece kafalarda yine bir belirsizlik duygusu daha yaratılıyor. İnsanla insan arasında, insanla toplum arasında boşluklar derinleşiyor.. Bu günlerde kadın erkek herkesin elindeki cep telefonundan bir on dakikasını ayırıp İstanbul sözleşmesinin ne olduğuna bakması gerekecek. Bu bir yurttaşlık görevidir.

Çünkü, bugün uluslararası sözleşmeler, devletlerin hukuku önündedir ve yaptırım gücü vardır. O zaman İstanbul sözleşmesinin içeriğine kısaca bir göz atmak gerekecektir. Kadına Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, yani İstanbul’da yapıldığı için İstanbul sözleşmesi olarak bilinen bu sözleşme: Kadınların aile içinde namus kisvesi altında yaşam hakkının elinden alınmaması için imza atan tüm  devletlere;  

  • Şiddeti önleme, 
  • Aile içi şiddete  karşı kadınların korunması  ve  desteklenmesi
  • Yasal düzeyde  bütüncül politikaların oluşturulması anlamında tedbirlerin alınması konularında bağlayıcı niteliktedir.

Şiddeti  önleme de bildiğinde eğitimlerin sadece kadınlara değil tüm kadın erkek, çocuk genç herkese verilmesi zorunludur. Tam da sırası gelmişken erkek çocuğu da kadın yetiştiriyor. Cümlesini kuran bir kadın ya da erkek, karşı tarafta bu sözü dinleyenler için “benim  tarih bilgim yetersiz” mesajını verdiğini asla unutmamak gerekir. Kadın yetiştirmiyor. Kadın erkek çocuğu büyütüyor, bakıyor, koruyor ama kadın ve erkek rollerindeki ayrımcılığı toplum öğretiyor. Bakın ilkokul ders kitaplarına bir dönem anne çamaşır yıkayan, ütü yapan, çalışmayan ,önünde önlük ile mutfakta yemek yapan konumunda resmedilirken, baba gazete okuyan, koltukta oturan, dinlenen rolünde resmedilmektedir. İşte bu eğitim sistemi, bu eğitim sisteminden geçen zihinler yetiştiriyor erkeği, yani arslan oğlanlar, arslan kızlara dönmedikçe, kınalı kuzular hep öldürülmeye ve şiddete karşı korumasız kalacak. Ve gelişmemiş ülke konumumda hala orman yasaları geçerli olacak. O nedenle İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR. Söylemini kadını erkeği içselleştirip savunmadıkça, kadın çocuklardan hizmet etmesi, erkek çocuklardan hizmet beklenilmesini dayatan geleneksel kurallar eşitlenmedikçe, boşluklar, yanlışlarla, şiddetle doluyor.  Kısaca İstanbul sözleşmesinin ana başlıklarından bazılarını anımsatarak herkesi  vazgeçilemez bir insan hakkı olan kadınların yaşam hakkını savunmaya davet ediyorum..

Kısaca sözleşmede  

  • Kadınlara yönelik şiddetin kabullenilmesine neden olan tutumların, toplumsal cinsiyet rollerinin ve klişelerin değiştirilmesi; örneğin sözlükte “bilim adamı yerine bilim insanı denmesi gibi..
  • Mağdurlar üzerinde çalışan profesyonel kadroların eğitilmesi; avukatlar, polisler emniyet amirleri, jandarma, kolluk kuvvetleri gibi…
  • Farklı şiddet türleri ve bunların travma yaratıcı özellikleri hakkında farkındalık yaratılması; eğitim sisteminde ana sınıflarından itibaren şiddettin önlenmesi, drama dersleri aracılığı ile içselleştirilmesinin sağlanması gibi..
  • Eğitimin her kademesinde, eşitliği ele alan konuların ders müfredatına dahil edilmesi gibi Halka ulaşabilmek için STK’larla, medyayla ve özel sektörle işbirliği yapılması.
  • Tüm tedbirler içinde, mağdurların ihtiyaçlarına ve güven içinde olmalarına en büyük önemin verilmesinin sağlanması;
  • Mağdurlara ve çocuklarına psikolojik ve hukuki danışmanlığın yanı sıra tıbbi yardım da sağlayan özelleşmiş destek hizmetlerinin düzenlenmesi;
  • Yeterli sayıda sığınma evinin olması gerekmektedir. Bu açıdan ülkemizde  Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’ne bağlı 110, belediyelere bağlı 33, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne bağlı 1 ve Mor Çatı Sivil Toplum Kuruluşu’na bağlı 1 tane olmak üzere toplam 3 bin 454 kapasiteli 145 kadın sığınma evi bulunuyor. Oysa 145 yerine en az sekiz bin kadın sığınma evine gereksinim olduğu belirtiliyor. Burada çalışan görevlilerde bir süre sonra tükenmişlik yerine duyarsızlaşmaya bırakabiliyor. Bu nedenle  bu tür alanlarda çalışanlarında maddi, manevi desteklenmesi ve  rotasyona tabii tutulmalarının gerekliliği bilgisini deneyimlediğimi de belirtmeliyim. Diğer bir deneyimim ise Kadın Sığınma Evi’nin gizlilik hakkını ihlal ederek, açılış yapmak isteyen mülki amirlerine de tanık olduğumdur.

Şiddetsiz  bir gelecek adına sevgi ve hoşgörüyle…

Language »